Tahzir 2

Muhaddis dil bilgini Hanefi fakihi olan Murtaza ez-Zebîdî İthafu’s Sâdeti’l Muttakîn adlı şerhinde Ebu Nasır el-Kuşeyrî’nin “et-Tezkiratu’ş Şerkiyyeh” adlı kitabından naklen şöyle buyuruyor: “Allâh Azze ve Celle’nin وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّـهُ (Müteşâbih’in tevilini ancak Allâh bilir.) kavlinden Allâh’ın muradı, ancak kıyametin ne zaman kopacağıdır. Çünkü müşrikler peygambere ﷺ kıyametin ne zaman kopacağını ve ne zaman vuku bulacağını sormuşlardır. Dolayısıyla bu müteşâbih gayp ilmine işaret etmektedir. Zira durumların akıbetini Yüce Allâh’tan başka kimse bilemez. Bu yüzden Yüce Allâh şöyle buyurmuştur:

هَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا تَأْوِيلَهُ يَوْمَ يَأْتِي تَأْوِيلُهُ

Manası: “Onun tevilinden başka bir şey beklemiyorlar.” yani kıyametin kopacağı vakti bekliyorlar.
Nasıl olur da bir kimse Allâh’ın kitabında herhangi bir yaratılmışın bilmesinin mümkün olmadığı ve Allâh’tan başka kimsenin tevilini bilmediği bir hususun bulunduğunu iddia edebilir! Bu, peygamberlik makamına yapılan en büyük yergilerden olmaz mı? Aynı zamanda Peygamber ﷺ Yüce Allâh’ın sıfatlarıyla ilgili varit olanların manasını bilmeyip insanları bilinemeyen şeyleri bilmeye davet ettiği anlamına gelmez mi! Yüce Allâh بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ(Kur’ân apaçık Arap diliyle indirilmiştir) diye buyurmuyor mu? Öyleyse onların iddiasına göre Kur’ân Araplar tarafından anlaşılmadığı için Yüce Allâh بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ(Kur’ân apaçık Arap diliyle indirilmiştir) diye buyurmakla yalan söylemiştir! Yoksa bu açıklık nerede? Bununla beraber eğer Kur’ân Arap dilinde ise Arapça olmasına rağmen Arapların anlamadığı bir şey olduğu nasıl iddia edilebilir? Noksanlıktan münezzeh olan Allâh’ı yalanlamaya götüren söze ne demeli!
Sonra dedi ki: “Bu işin sırrı, tevilden kaçınan, uzak duran bu kimseler, gerçekte teşbih inancına sahiptirler. Ancak onlar ifadelerinde tedlis yapıyorlar yani hile ve sahteciliğe başvuruyorlar.”

Müslüman kardeşim! Yüce Allah’ın: (er-Rahman Arş’a istiva etmiştir) ya da (er-Rahman Arş’ı hükmü altına almıştır) anlamında (الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى) diye buyurmuştur. Rabbimizin bu kavline gelince, ayette geçen (istiva) kelimesi, istikrar/karar kılma, oturma, aynı hizada bulunma veya buna benzer ifadeler anlamında değildir. Çünkü Allâh Te‘âlâ bu gibi ifadelerin tümünden münezzehtir. Çünkü Allâh Te‘âlâ: (Nereye yönelirseniz Allâh’ın vechi oradadır) anlamında (فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ) diye buyurmuştur. Kaldı ki bu ayet, daha önce geçen ayetlerle çelişiyor değildir. Aksine bu ayet, sözkonusu her iki ayette de görüldüğü gibi, Allâh Te‘âlâ’ya yaraşır manada bir anlam içermektedirler. Zaten bu ayetler, Allâh Te‘âlâ’nın muhkem olan ve (O’nun benzeri hiçbir şey yoktur) anlamındaki (لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ) ayetiyle de çelişiyor değildir. Zaten bu ayette Allâh Te‘âlâ’nın yerin yönünde olduğu manayı içermediği gibi, Yüce Allâh’ın Arşın şu cihetinde olduğu anlamında da bir mana taşımıyor. Nitekim Beyhakî’nin İbn Abbas’ın öğrencisi olan Mücahid’den rivayet ettiğine göre İbn Abbas: (Allâh’ın vechi oradadır) mealindeki (فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ) ayetinde geçen (Vechullah) ibaresini, “Allâh’ın kıblesi” anlamında (Kıbletullâh) diye tefsir etmiştir.

Müslüman kardeşim! Taha suresindeki ayette geçen “İstiva” kelimesi, herhangi bir istikrara/bir şey üzerinde karar kılmak, herhangi bir şeyin hizasında bulunmak veya oturmak, kısaca bunlar ve benzeri gibi şeyler söz konusu olmaksızın, ayetteki “İstiva” kelimesi, Allâh Te‘âlâ’ya yaraşır manada bir istiva demektir. Nitekim bu konuda İmam Malik de demiş ki: “Allah, tıpkı Zatını nitelediği gibi istiva etmiştir. Bu bakımdan, Nasıl bir istiva ve oradan kalkması da nasıl oluyor? diye bir soru sorulmaz.”

Kaldı ki sen: “İsteva” kelimesinin anlam olarak, kahretmek (hükmetmek) anlamında olduğunu da söyleyebilirsin. Zaten Allâh Te‘âlâ’ya layık olan da budur. Çünkü bizzat Allâh Te‘âlâ’nın kendisi: (اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ) diye buyuruyor ki, bu meal olarak: (Her şey üzerinde mutlak galip olan bir ve tek olan Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.) demektir. Çünkü bu ayet muğalebe/karşılıklı üstünlük iddiasında bulunmak gibi bir vehim olarak böyle bir manayı vehmettiriyor değildir. Allâh’ın (كَتَبَ اللَّهُ لأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي) (Allah: Elbette ben ve resullerim galip geleceğiz, diye yazmıştır.) ayeti de böyle bir anlam içermemektedir. Nitekim yüce Allah’ın: (O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. (O, kullarının üstünde galiptir) anlamında (وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ) diye buyurmuştur. Taha suresinin ilgili ayetinde geçen (Arş) kelimesi, Arşın tüm varlıkların en büyüğü olması hasebiyle özellikle zikredilmiştir.

Müşebbihe’nin yorumuna göre İstivanın oturmak anlamında bir kimseye “Abdülcalis” ve “Abdülkâ‘id” diye seslenmesi caiz olur. Allâh korusun, böyle bir ifadeyi açık, net ve sarih olarak dile getirmek doğru olabilir mi? Böyle demekten Allâh’a sığınırız. Aksine bir kimsenin “Abdulkâhir veya Abdulkahhâr adını alması ve sarih bir şekilde böyle çağrılmasının caiz olabileceğini sarih bir dile ifade ediyorlar. Doğru olan da budur. Çünkü “Kahr” kelimesi, Allâh Te‘âlâ’nın medih sıfatıdır. Hal böyle iken o halde ne diye “İstiva” kelimesinin “Kahr” kelimesiyle tefsir edilmesine itirazda bulunuyorlar?

“İstiva” kelimesi “Kahr” anlamında Tefsir Edilir mi?

“İstiva” Kelimesinin “Kahr” anlamında tefsir edilebileceğini, bu kelime ile yorumlanabileceğini söyleyen İslam ulemasından bazıları şunlardır:

  • ‘Abdullah bin Yahya bin el-Mubârek, (ö, h:237.) “Ğaribu’l Kur’ân ve Tefsîruh”.
  • Amelde Hanefi mezhebine mensup olan İmam Ebu Mansur el-Maturîdî, (ö, h:333), “Te’vîlâtu Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaati”.
  • Lügat Âlimi Zeccacî, (ö, h:340), “İştikâku Esmâillâh”.
  • Maverdî de (ö, h:450) tefsirinde İstiva kelimesinin Kahr anlamında yorumlanabileceğini yazmaktadır.
  • Lügat bilimcisi el-Isbahanî de (ö, h:502) “el-Müfredat”.
  • Feyruzabadî de (ö, h:817) “el-Kamusu’l Muhît”.
  • Hanbeli mezhebine mensup olan İbn el-Cevzî (ö, h:597) “Def’u Şubehi’t-Teşbih”.
  • Şafii mezhebine mensup olan Gazali de (ö, h:505) “İhyâ-u ‘Ulûmi’d Dîn”.

*- Sultanu’l-Ulema diye de anılan ve Şâfiî mezhebine mensup olan el-‘İzz bin ‘Abdusselâm da (ö, h:660) “el-İşâratu İle’l-Αcâz” adlı eserinde zikretmiştir.

İstiva kelimesinin Kahr anlamında tefsir olunabileceğine ilişkin saydığımız bu isimler dışında Ehli Sünnetten sayamadığımız daha nice isimler var.

Kaldı ki Ebu Nasr el-Kuşeyrî (رحمه الله), tevilin gerektiğini kabul etmeyenlerin şenaatlerini, art niyetlerini açıklamıştır. Hicri 514 yılında vefat eden Ebu Nasr el-Kuşeyrî’yi, Hafız ‘Abdurrazzâk et-Tabesî onu tanıtırken, “İmamların imamı” diye vasfetmektedir. Nitekim Hafız İbn ‘Asâkir bunu “Tebyînu Kezibi’l Mufterî” adını verdiği eserinde nakletmektedir.

Kuşeyrî, “Tezkiretu’l-Şarkıyye” adlı eserinde diyor ki: “Eğer bir kimse Allâh: (er-Rahmân Arş’a istiva etmiştir) ya da (Rahman Arş’ı hükmü altına almıştır) anlamında (الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى) buyurmuyor mu” der ve “bunun zahirine göre alınması gerekir” diye konuşursa, biz de ona aynı şekilde Yüce Allah’ın: (Nerede olursanız olun, Allâh sizinle beraberdir) mealinde (وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ) buyurduğunu söyleriz. Yine biz ona Allâh, aynı zamanda, (İyi bilin ki, O, her şeyi (ilmiye) kuşatıp ihata edendir) anlamında (أَلاَ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُحِيطٌ) buyurmuyor mu, diye sorarız. Size göre bizim bu ayetlerin zahirine göre mana vermemiz ve almamız gerekir. Buna göre, “Allâh Arşın üzerindedir, yanımızdadır, bizimle beraberdir ve âlemi ihata etmiştir, bir tek halde zatıyla her şeyi kuşatmıştır. Oysa bir ve tek olan zatın, zatı ile aynı halde her yerde olması mümkün değildir.
Yine onlar: “Yüce Allâh’ın, (Her nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir) mealinde (وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ) diyorlar. Yani “Allah, ilmiyle sizinle beraberdir” demektir. Yine: (İyi bilin ki, O, her şeyi (ilmiye) kuşatıp ihata edendir) anlamında (أَلاَ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُحِيطٌ) buyurmuş olup bu da anlam olarak: “ilmiyle her şeyi ihata edip kuşatmıştır” diyorlar. Onların bu ifadelerine karşılık biz de deriz ki: (er-Rahmân Arş’a istiva etmiştir) ya da (Rahman Arş’ı hükmü altına almıştır) anlamında Allâh’ın (الرَّحْمَانُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى) kavli hakkında biz de o: “Kahretti, korudu ve kalıcı kıldı” anlamlarındadır” deriz.

Bir de İmam Ebu Hanife (رضي الله عنه) “Kim: ‘Ben, Rabbim gökte mi yoksa yerde mi bilmiyorum’ diyecek olursa o kâfir olmuş olur. Çünkü böyle bir ifade, Yüce Allâh’a bir yer, bir mekân isnat ettiği vehmini doğurur.” demiştir. Kim el-Hakk olan Allâh hakkında, bir yer, bir mekân vehmine kapılırsa o, Müşebbihe’dendir. Bunu İmam el-‘İzz bin ‘Abdusselâm “Hallu’r-Rumûz” eserinde İmam Ebu Hanife’den nakletmiştir. Yine Ehli Sünnet ve’l-Cemaat İmamı Ebu Mansur Maturidî de İmam Ebu Hanife’nin “Şerhu’l-Ekber” adlı eserine yazdığı şerhinde naklettiği gibi bu iki alim dışında birçok âlim İmam Ebu Hanife’den bu bilgileri nakletmiştir.

Yine İmam Ebu Hanife (رضي الله عنه), “el-Vasiyyeh” ile “el-Fıkhu’l-Ekber” adlı eserlerinde diyor ki: “Cennet ehlinin Allâh Te‘âlâ’yı görmeleri keyfiyetsiz, teşbihsiz ve cihetsiz olarak gerçekleşecektir.”

Ayrıca “el-Fetâvâ el-Hindiye” adlı eserde ise şu ifadelere yer verilmektedir: “Kişinin Allah’ın mekân sahibi olduğunu, mekanının olduğunu söylemesi halinde küfre girer. Hatta kişi, ‘Allah’ın var olmadığı, yer almadığı bir mahal, bir yer yoktur demiş olsa’ küfre girer. Nitekim kişi: “Allâh Te‘âlâ semadadır” dese yine küfre girer. Eğer kişi, bu ifade ile gelen haberleri nakletmeyi kastederse tekfir edilmez. Fakat kişi, bu söylemiyle Allâh’ın bir mekân sahibi olduğunu kast ederse küfre girer.”

Allame el-Herarî, “el-Delîlu’l el-Kavîm” adlı kitabında Şeyh ‘Abdulğanî el-Nablusî’den (ö, h:1143) naklen şu ifadelere yer veriyor: “Teşbih küfründen biri de mekân veya yer edinme anlamında kişinin Allâh’ın gökte olduğuna inanmasıdır.”

İşte Selef ve Halef ehlinden ulemanın tamamı bu görüştelerdir. Zaten Hicaz, Endonezya, Malezya, Türkiye, Mağrip, Cezayir, Şam bölgeleri, Mısır, Sudan, Hindistan, Dağıstan, Çeçenistan, Buhara, Tunus, Yemen, Irak ve diğer bölgelerdeki Müslümanların akidesi de budur. İtikatları şudur ki: Allâh mekânsız, yönsüz ve keyfiyetsiz olarak vardır.

Vehhabilere gelince; onlar, Allâh Te‘âlâ hakkında tecsim ve teşbihe inanırlar. Zaten Mücessime ve Müşebbihe’nin liderleri konumunda olan Harranlı İbn Teymiye “Mecmu‘u’l el-Fetâvâ” adlı kitabında diyor ki: “Allâh’ın Resulü Muhammed’in (صلى الله عليه وسلم) Rabbi, onu yanında Arşın üzerinde oturtacaktır.”

Yine Vehhabilere ait “Kitabu’s-Sünneti” adlı kitapta diyorlar ki: “ ‘Azîz ve Celîl olan Yüce Allâh’ın Arş’ın üzerindedir ve her iki ayağının yeri Kürsü’dür.” Aynı eserin bir sonraki sayfasında da şöyle diyorlar: “Allah hareket eder.” Kaldı ki yine onlar “Bedâi‘u’l Fevâ’id” adlı kitaplarında Allâh’ın Arşın üzerinde oturduğunu çok sarih ve net bir ifade ile açıkça dile getiriyorlar. Yine onların kuyrukları olan malum şahıs da birtakım kitaplarında, Allâh’a hareket ve intikal etme gibi vasıfları çok açık bir şekilde O’na nispet edip ardından şöyle demektedir: “Bizim, Allah değişmez dememiz caiz olmaz” demektedir. Böylesi aklını yitirmiş bir beyinsizin bu tür ifadelerinden Allâh’a sığınırız. Oysa aklı başında olan herkes, değişime uğramanın hudûs (sonradan meydana gelme) delili olduğunu, sonradan meydana gelmenin bir kanıtı olduğunu bilir. Zaten bunun için Müslümanlar: “Başkalarını değiştiren fakat kendisi değişime uğramayan Allâh’ı her türlü eksiklikten onu beri ve uzak tutarız” anlamında olan şu sözleri söylerler:
سبحان الله الذي يُغير ولا يتغير

Müslüman kardeşim! Bunların öğrettikleri küfür ve teşbihe bir dikkat et, bir bakıver. Böyle ifadelerden Allâh’a sığınırız.

2– Yayılan bildirinin yazarının iddiasına göre, İmam Habeşi, “Kur’an’ın Allâh Te‘âlâ’nın kelamı olmadığını ileri sürdüğünü” iddia etmektedir.

Cevap: Muhaddis Şeyh el-Herarî, “Buğyetu’t-Talib”, “İzhâru’l ‘Akîdeti’s Seniyye” ve “es-Sırâtu’l Mustakîm” gibi müteaddit kitaplarında bu gerçeği dile getirmiş ve şöyle demiştir: “Allâh Te‘âlâ’nın Kelâm’ı denince ki o, onun zâtî sıfatı olup kadim ve ezelidir, bir başlangıcı yoktur. Dolayısıyla böyle olan bir kelam harf ve ses değildir.”

Yine Şeyh el-Herarî diyor ki: “Kur’an, Tevrat, İncil, Zebur ve Yüce Allâh’ın diğer kitapları ile eğer zatî kelam kast ediliyorsa, o ezelidir. Harf ve ses ile değildir. Eğer onunla indirilmiş lafızlar murat ediliyorsa -ki bunların kimisi Arap diliyledir, kimi İbranicedir, kimisi de Süryanicedir- işte bunlar hadistir, sonradan meydana gelmiştir. Allâh’ın yarattığı şeydir. Yoksa bir meleğin, bir beşerin tasnif ve telifi değildir. Çünkü onlar zati kelama delalet etmekte olup Allâh’ın zâtî kelâmı Arapça, İbranice ve Süryanice olarak nitelenmez. Zikredilenlerin hepsine de (Allah’ın Kelamı) anlamında, (Kelâmullâh) denir.”
Şeyh el-Herarî yine diyor ki: “Allâh Te‘âlâ’nın zatına sabit olan kelama (Kelâmullâh) denir. Nazil olan lafız ise ondan ibaret olup buna da (Kelâmullâh) denir. Her iki ıtlak da yani mutlak manadaki kullanım da hakikat kabilindendir.”

İmam Ebu Hanife (رضى الله عنه), (el-Fikhu’l- Ebsat) adlı eserinde diyor ki: “Allâh tekellüm eder, yalnız onun kelamı bizim kelamımız gibi değildir. Biz, mahreçlerden, aletler ve harflerle konuşuruz. Allâh ise aletsiz ve harfsiz olarak tekellüm eder.”

İmam Ebu Hanife (رضى الله عنه), (el-Fikhu’l el-Ekber) ve (el-Vasiyyeh) adlı eserlerinde: “Mürekkep, kâğıt, yazım ve okuma gibi şeyler mahlûktur, yaratılmışlardır. Çünkü bunlar kulların fiilleridir” diyor.

El-‘İzz bin ‘Abdusselâm da tevhitle ilgili risalesinde “s:12” diyor ki: “Allâh, kadim ve ezelî olan bir kelam ile mütekellimdir. Onun kelamı harf ve ses ile değildir. Onun kelamı tahtada şekil olarak mürekkepten dönüştürülen, göz bebekleriyle izlenen şeyler kabilinden de değildir. Oysaki Haşviler yani Müşebbihe inancına bağlı olanlar ve münafıklar, böyle olduğunu ileri sürüyorlar. Aksine yazım işi, kullara ait fiillerdendir. Onların fiillerinde kadimlik tasavvur edilip düşünülemez. Ancak, onların yazdıkları Allâh’ın kelamına delalet etmesi sebebiyle, onlara saygı göstermek lazım gelir. Tıpkı, Allâh’ın isimlerinin onun zatına delalet ettiği gibi nasıl ihtiram ve saygı gerekiyorsa bunda da durum aynıdır.” El-‘İzz bin ‘Abdusselâm sözlerine böyle devam ediyor ve nihayetinde ifadelerini: “Allâh’ın kadim olan kelamından bir şeyin kulların lafızlarından veya mürekkebin şekillendirdiği resimlerden olduğunu iddia edenlere yazıklar olsun!” diye bitiriyor.

El-‘İzz bin ‘Abdusselâm fetvalarında da diyor ki: “Kur’ân Allâh Kelamıdır. Onun Kadim olan sıfatların bir sıfatıdır. O sıfat, Onun kadim oluşuyla kadimdir. Yoksa harften ve seslerden oluşmuş değildir. Kim kadim olan vasfın, okuyucuların sesleri ve yazanların yazımı gibi onun aynısı olduğu iddiasında bulunursa, kesin olarak ilhada, dinsizliğe girmiş olur. Zaten böyle bir iddiada bulunanlar Müslümanların icmâına muhalefet etmiş olacakları gibi dahası böyle bir iddiaya kalkışanlar, aynı zamanda din ehli olmayan fakat olgun bir akla sahip olanların icmâına da muhalefet etmiş olurlar. İlim adamlarının hakkı gizleyip saklamaları helal ve uygun olmayacağı gibi Müslümanlar arasında yaygınlaşan bidatlerin yayılmasına müsaade etmeleri de helal olmaz. Bu gibi durumlarda devlet yetkililerinin, bu konuda kendilerine görev düşen ehil kimselerin, tevhid ehli olan ilim adamlarına yardım etmeleri vacip ve gerekli olur. Çünkü bu gibi ilim erbabının Müşebbihe ve Mücessime inancına mensup olan bidat ehlinin bidatlerini, dine aykırı olan ve din diye topluma sokulan hurafeleri kökünden silip kazımaları lazım gelir. Kim, mucizenin kadim oluşunu ileri sürerse, o kimseler mucizenin gerçekte ne anlama geldiğini bilmeyen cahiller kesimindendir. Bu konuda yetki sahibi olan devlet erkânı olsun, işin ehli kimseler olsun, bunların bu türden kimselerin Müslümanların inançlarını ve akidelerini bozmalarına imkân sağlamaları ve fırsat tanımaları helal olmaz. O yetkililere düşen görev, bozuk akide sahiplerinin inançlarını tashih etmeye ilzam etmeleri, buna zorlamaları lazım gelir. Bunu da gerçekten muteber ilim sahiplerinin konuşmaları ve irşatları yoluyla sağlamaları gerekir. Eğer onlar bu görevlerini yerine getirmezlerse, o zaman onları tutuklamaya, hapsetmeye, gerektiğinde darp ve tazir etmeye varan cezaları tatbik etmelidirler. Allâh en iyisini bilir.”

İmam Muhammed bin İbrahim el-Hamevî de: “Kim, ‘Allâh, harf ve ses ile konuşur’ derse, o kimsenin ifadesinden Allâh, bir cisim olduğu anlamı çıkar. Kim de ‘Allâh bir cisimdir’ derse Allâh’ın hâdis olduğunu söylemiş olur. Kim de Allâh’ın hadis olduğunu söylerse, o, küfre girmiş olur. Hal böyle olunca kâfir olan bir kimsenin velayeti sahih olmayacağı gibi, şahitliği de kabul edilmez.”

Zaten Beyhakî, İmâmu’l Haremeyn, Gazâlî ve Şafiî ulemasından daha niceleri bu itikat üzerelerdir. Nitekim Hanefî ulemasından Ebu’l Mu‘în en-Nesefî, Konevî ve başkaları, keza Malikilerden İbn Yusuf es-Senûsî, Şafiîlerden de el-İzz bin ‘Abdusselâm ve benzeri ulema, Hanbelilerinden İbnu’l-Cevzî ve benzeri değerli ilim adamları da bu görüşteler.

Bütün bu bilgi ve belgelerden sonra insaflı olan bir kimse, hala Şeyh el-Herarî’nin: “Kur’an Allâh kelamı değildir” dediğini iddia edecek cürete sahip birileri var mı? Oysaki Şeyh Hererî, insanlara yüce Allah’ın: (Ve eğer müşriklerden, putperestlerden biri senden aman dilerse, Allâh’ın kelâmını/Kur’an-ı Kerim’i işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra Müslüman olmazsa onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır…) mealindeki: (وَاِنْ اَحَدٌ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ اسْتَجَارَكَ فَاَجِرْهُ حَتّٰى يَسْمَعَ كَلَامَ اللّٰهِ ثُمَّ اَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُۜ ) bu ayetini öğretirdi.

Meal içerisinde de belirtildiği gibi, Allâh’ın kelamından kasıt, Kur’an-ı Kerim’dir. Şu şaşkın ve muzdarip şöhret sahibi yazarın, yayınlamış olduğu eserinde kimi sayfalarda vermiş olduğu şaşırtıcı kimi rakamların amacı, sadece okurların kafasını ve aklını karıştırmaya yönelik olduğu ve yalanlarını kendince yayma amacını güttüğü gerçeği şüphesiz bir şekilde ortadadır.

Müslüman kardeşim! Müşebbihe inancına mensup olanlar, Allâh’ın, müteaddit harfler ve seslerden oluşan ve zatında meydana gelen bir kelam ile konuştuğuna inanıyorlar. Evet, kendilerince zatında meydana geldiğini, sonra kesildiğini, daha sonra yine konuştuğunu ve yine kesildiğini söylüyorlar. Böyle sözlerden Allâh’a sığınırız. Zaten onlar, bu inançlarını müteaddit kitaplarında zikretmektedirler. Örneğin: “el-Kevâşifu’l-Celiyye ‘an Me‘âni’l-Vasıtıyye, s:220.” Keza: “Necâtu’l-Halef, s:25” adlı kitaplarında da bunu zikrediyorlar. Nitekim aynı inancı, “Kitab el-Sünnet, s:77” adlı kitaplarında da ileri sürüyorlar. Zikredilen kitapta diyorlar ki: “Allâh, Musa ile ağzından konuştu ve eliyle Tevrat’ı Musa’nın eline verdi.”

Siz, nasıl oluyor da Allâh Te‘âlâ’ya ağız nispet etme cüretkârlığında bulunuyorsunuz? Siz böyle demekle hem akla hem de nakle muhalefet ediyorsunuz.

Müslüman kardeşim! İşte sana bir örnek: Endonezya’da ilkokul öğrencilerine okutulan “Durûsu’l-‘Akâid ed-Dîniyye li Telâmîzi’l-Medârisi’l İslâmiyye, s:17” adlı kitabın ilgili sayfasında deniyor ki: “Kelam, Allâh’ın Kadim ve zatı ile kaim olan bir sıfatıdır. Kelamı, harf ve ses ile değildir.”

Zikredilen yazarın iddiasına göre Kelam ilmi, mutlak olarak kötü ve zem edilen bir ilimdir. Bu iddia reddedilir. Bunun sebebi de, kelam ilmiyle Ehli Sünnet ve’l-Cemaatin meşgul oldukları bir ilim olması hasebiyledir. Kaldı ki Ehli Sünnet ilimleri gereği, Kelam ilmi övgüye değer bir ilim olarak görüler. Çünkü bu ilim ile Selef ve Halef uleması meşgul olmuştur. Özellikle de İmam Şafiî, İmam Malik, Ahmed bin Hanbel ve Ebu Hanife bununla meşgul olmuşlardır. Zaten İmam Zerkeşî de, “Teşnîfu’l-Mesâmi‘” ve İbn ‘Asâkir, “Tebyînu Kezibi’l-Müfteri” ve İmam Mansur el-Bağdadî de “Usûlu’d-Dîn” ve daha nice zatlar eserlerinde bu konuyu dile getirmişlerdir.

Haricîler, Neccarîler, Mürcie, Mutezile, Kerramiyye ve Haşviyye/Müşebbihe gibi bidat ehli olanların meşgul olduğu kelam ilmine gelince bu ilim, kötü ve Selef uleması tarafından yerilmiş bir ilimdir. Zaten bunun içindir ki İmam Şafiî (رضي الله عنه) diyor ki: “Yüce Allâh’ın, kulunu şirk dışında herhangi bir şey üzerine vefat ettirmesi, onları heva ve hevesleri uğruna bu tarz inançlar üzerine vefat ettirmesinden çok daha hayırlıdır.” Bu ifadeleri, Müçtehit İmam Ebu Bekr bin Munzir rivayet etmiştir. Rivayetin geliş yollarını da Hafız İbn ‘Asâkir, “Tebyînu Kezibi’l-Müfteri” adlı eserinde tahrîc etmiş ve bunlar dışında daha başkaları da eserlerinde dile getirmişler.

Ehvâ ehli ise anlam olarak, Selefin üzerinde bulundukları inancın dışına çıkan heva ve hevesleri ile meyledip yöneldiği bidat ehlidir.

Ayrıca onların lideri konumunda olan İbn Teymiyye, Zehebî’nin “Beyânu Zeğali’l-İlmi ve’t-Taleb” adlı risalesinde beyan ettiği gibi felsefe ile çok meşgul olmuştur. Çünkü İbn Teymiyye, Alemin cinsinin Allâh ile birlikte ezeli olduğunu söylemiştir. Böyle bir küfürden Allâh’a sığınırız. İbn Teymiyye birçok kitaplarında bunu dile getirmiştir. Nitekim “Muvafakatu Sarihi’l-Ma‘kûl” adlı eserinde (1/75), “Minhacu’s-Sünneh” adlı eserinde (1/24), keza: “Nakdu Meratibi’l-İcma, s:168”, “Şerhu Hadisi İmran bin Husayn, s:193” ve “Şerhu Hadisi’n Nüzul, s: 161” gibi kitaplarının adlarını verebiliriz. Onun bu kitaplarında söz konusu ettiğimiz gerçekleri bulabileceksiniz.

Dahası bir Vehhâbî olan Nasiruddîn el-Albânî de lideri konumunda gördüğü İbn Teymiye’nin küfrü gerektiren bu ifadelerini tespit ederek görmüş ve fakat buna rağmen onu tekfir etmemiştir. Oysa Hafız İbn Dakik el-‘Îd ve Hafız ‘Askalâni ve daha başka ulemanın da dediği gibi bu gibi hususların küfür olduğuna dair icmâ bulunmaktadır. Yine el-Albânî İbn Teymiye’nin zemmedilen Kelam ilmiyle meşgul olduğunu dile getirmiştir. (Mecellet et-Temeddün, Muharrem, hicri 1381, s:387.)

Böylece Vehhâbîlerin itikatları açısından mensubu bulundukları Selef ulemasından kimseleri yoktur. Vehhâbîlerin selefleri ancak Kerramiyye ve Haşviyye’dir. Oysa bu iki grup Müşebbihe’den olup dalalet fırkalarındandır. Bu sebeple bunlar Ehli Sünnet vel-Cemaat akidesinden sapmışlar, dalalet fırkalarından olmuşlardır.

Bizim halktan isteğimiz söz konusu kitabı yayınlayan şahsın “En-Nehcu’s-Selim, s:26”, “İzharu’l ‘Akîdeti’s Sunniyyeh, s:59”, “Buğyetu’t-Talib, s:18” gibi eserlerin sayfalarına baksınlar da, bu muzdarip ve şaşkın adamın yalan ve iftiralarını öğrensinler. Öğrensinler ki, bu yalan ve iftiraları, söz konusu yazının sahibi olan kişi telif etmiştir. Oysaki onun dile getirdiği şeyler Muhaddis Herarî’nin (رحمه الله) kitaplarında yoktur.

3– Yazar âdeti üzere aynı noktaya dönüyor ve iftiralarını, bühtanlarını şöyle sürdürüyor: “Habeşi, Allâh her şeye kadir değildir.” diye söylediğini iddia ediyor.

Cevap: Muhaddis Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî, “İzhâru’l ‘Akîdeti’s Sunniyyeh” adlı eserinde İmam Ebu Cafer Tahavî’nin (رحمه الله) şöyle dediğini zikrediyor: “Allâh her şeye kadirdir ve her şey ona muhtaçtır. Onun için her şey kolaydır. Kaldı ki O hiçbir şeye muhtaç değildir. Ona benzer hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” Açıklama: “Allâh Te‘âlâ’nın kudreti, her şeyde müessirdir. Yani varlığa giren her ne varsa bütün bunların tamamını kapsar. Bunlar ise aklen mümkün olan şeylerdir.”

Muhaddis ‘Abdullâh el-Herarî, “es-Sırâtu’l Mustakim” adlı kitabında da diyor ki: “Allâh Te‘âlâ hakkında her şeye kadir olması vaciptir.”

Zaten bunu, ilim talep eden, öğrenen sıradan herkes bilir. Nitekim Ezher Enstitülerinin üçüncü sınıflarında okutulan “Tavdîhu’l ‘Akîdeti’l Mufîd fî ‘İlmi’t Tevhid” adlı eserin onuncu sayfasında şöyle geçmektedir: “Allâh’ın kudreti, ezeli olup Allâh’a sabit bir sıfattır. Allâh onunla mümkün olan şeyleri var eder ve yok eder.”

Bakın hele, nasıl da Muhaddis Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî’ye iftirada bulunuyorlar. Oysa el-Herarî, “Buğyetu’t-Talib” adlı eserinde (s:41), Hafız İbn el-Cevzî’den naklen diyor ki: “Allâh’ın her şeye kadir olmayacağını söyleyen kimse, icmâ ile kâfirdir.”

Nitekim Muhaddis ve Fakih olan Şeyh Abdullah el-Herarî, “Sarîhu’l Beyân” adlı kitabında (s:126) diyor ki: “Murtedâ ez-Zebîdî’nin İhyâ’da (9/393) naklettiğine göre demiş ki: “Kim, Allâh Te‘âlâ’nın kudretini ve o kudretle varlıkları var ettiğini yalanlarsa, amacı küfre girmek olmasa bile küfre girmiş olur.”

Biz, insanlardan, “İzhâru’l ‘Akîdeti’s Sunniyyeh” kitabına bakmalarını istiyoruz. Baksınlar ki, orada söz konusu yayın sahibinin yalanını öğrenebilsinler.

Müslüman kardeşim! Bizim anlattıklarımız, Ehli Sünnet vel-Cemaatin üzerinde oldukları akidedir. Oysa onların dile getirdikleri ise, Mutezile itikadına uygun olan şeylerdir. Nitekim zikri geçen iftiracı bu şahıs bazı kitaplarında bunu şu sözleriyle dile getirmiştir: “Allâh zulmetmeye kadirdir.” Böyle bir ifadeden Allâh’a sığınırız. Çünkü bu, Mutezilenin görüşüdür. Nitekim hicri 471 yılında vefat eden İmam el-İsferâyinî, “et-Tabsîr fi’d Dîn” adlı kitabında (s:89): “Bu, Kur’ân’ın zıttı olan bir ifadedir. Çünkü Allâh Te‘âlâ zulümden münezzehtir. Allâh Te‘âlâ (Rabbin, kullara zulmedici değildir) anlamında: (وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ) diye buyuruyor.

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir