Tahzir 3

4– İftiracı iftiralarını şöyle sürdürüyor ve Habeşi’nin: “Kesp konusunda kulun meşietine müdahale yoktur.” dediğini iddia ediyor.

Cevap: Sevgili Okur! Sana bu şahsın yalanlarını, hem de kasten, bilerek olan yalanlarını ne kadar ileriye götürdüğünü göstereceğiz. Allâme Şeyh el-Herarî adı geçen (ed-Delîlu’l Kavîm, s:94) kitabında diyor ki: “Kulun meşietinin kesp dışında bir müdahalesi yoktur.” Şeyhin kelimesi kelimesine ifadesi böyledir.

Dikkat edersen, iftiracı, ibarede geçen (إلا dışında) kelimesini kaldırarak, ibarenin manasını değiştirmeye gitmiştir.

Muhaddis Şeyh Hererî (رحمه الله), “es-Sırâtu’l Mustakîm” adını verdiği kitabında (s:65) diyor ki: “İnsan mecbur değildir. Çünkü cebir, teklife (sorumluluk altına girmeye) aykırıdır. Zaten hak olan görüş de bu görüştür.”

Kulun, Allâh Te‘âlâ’nın meşieti altında bir dilemesi vardır. Allâh Te‘âlâ (Âlemlerin Rabbi olan Allâh dilemedikçe siz dileyemezsiniz.) anlamında (وَمَا تَشَاؤُونَ إِلاَّ أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ) diye buyurmuştur.

Zaten bu, Ehli Sünnet vel-Cemaatin de üzerinde oldukları itikattır. Ancak insanın da kendisine özgü, Allâh’tan bağımsız olarak bir meşietinin olduğuna veya kulun ihtiyari olan fiillerini kendisinin yarattığına inanmak Mutezilenin itikadı olup küfür ve Allâh’a şirk koşmaktır. Böyle bir itikattan Allâh’a sığınırız. Kaldı ki zaten bu konuyu İmam Malik, İmam Ebu Mansur Maturidi, İmam Mütevelli, İmam Bulkînî, İmam Ebul-Hasan Şîs bin İbrahim ve bunlar dışında başkaları da açıkça dile getirmişlerdir.

Bu konuda Hizbu’t Tahrîr’in lideri olan Takiyyuddîn en-Nebehanî “el-Şahsiyetu’l İslâmiyye, s:71-72” adını verdiği kitabında Mutezileye muvafık olmuştur. Çünkü en-Nebehanî bu kitapta diyor ki: “Bu fiiller yani insanların fiillerinin kaza ile alakası olmadığı gibi, kazanın da onlarla bir alakası yoktur. Çünkü insan, onları kendisi, kendi irade ve ihtiyarı ile meydana getirmektedir. Hal böyle olunca, ihtiyari olan filler kaza kapsamına girmez.”

Yine adı geçen bu kitabının birinci cüzünün birinci kısmında (s. 74) diyor ki: “Sevap ve cezanın, hidayet ve dalalete bağlı olması hidayet ve dalaletin kulun fiili olduğuna, Allâh’tan olmadığına delalet etmektedir.” Takiyyuddîn en-Nebehanî, “İslam Nizamı” adını verdiği kitabında (s:22) yine bunu söylemektedir.

Bunlar Allâh Te‘âlâ’nın: (Biz her şeyi bir kadere göre yarattık) anlamındaki (إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ) bu ayetini inkâr ettikleri gibi aynı zamanda, Hz. Musa’dan haber veren ve (Bu, Senin bir imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin) anlamındaki (اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ) ayetiyle yüce Allâh’ın: (Oysa sizi de yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır.) anlamındaki (وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ) ayetini de inkâr etmiş oluyorlar. Yine Resûlullâh’ın (عليه الصلاة والسلام): “Şüphesiz Allâh, her sanatkârın da sanatının da yaratıcısıdır” hadisini yalanlamışlardır.

Yine Resûlullâh (عليه الصلاة والسلام) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden iki sınıf insan var ki, onların İslam’dan bir nasipleri yoktur. Bunlardan biri Kaderiye mensupları, diğeri de Mürcie mensuplarıdır.” Hafız İbn Hacer ve Taberi, bu hadisin sahih olduğunu belirtmişlerdir.

Bu itibarla hadis kader inancına mensup olanların tekfirini sarih olarak açık ve net bir şekilde dile getiriyor. Çünkü bu inanca mensup olanlara göre kul, kendi fiilinin yaratıcısıdır. Mürcie mensuplarının tekfir edilmesine gelince bunlara göre, bir kimse iman sahibi ise, onun günah işlemesi ona bir zarar getirmez inancına sahip olmaları hasebiyledir.
Çünkü bunlar gerçek ve sarih akla karşı çıktılar. Zaten bunların söz konusu ifadeleri Yüce Allâh’ı yenilmiş ve mağlup olmasını gerektirir. Çünkü onlara göre Allâh’ın iradesine rağmen kullar işlenen günahları yaratırlar. Oysaki Allâh’ın meşietinin gerçekleşmesine kimse engel olamaz. Nitekim Allâh Te‘âlâ şöyle buyuruyor:
وَاللّٰهُ غَالِبٌ عَلٰٓى اَمْرِه
Manası: “Allâh’ın meşietinin gerçekleşmesine kimse engel olamaz.”

Bunların inanç ve iddialarına göre Allâh Te‘âlâ’nın mülkünde onun meşieti, dilemesi dışında başka şeyler cereyan ediyor. Bu, sahih bir şey değildir. Çünkü Allâh Te‘âlâ’nın mülkünde göz açıp kapanacak bir süre dâhilinde de olsa O’nun iradesi ve meşieti dışında hiçbir şey cereyan etmeyeceği gibi, bir yere bakanın anlık bir bakış süresince bile onun iradesi olmadan hiçbir şey cereyan etmez. Zira her şey Allâh’ın kazası, kaderi, kudreti ve meşieti içerisinde cereyan eder. Cereyan eden ve edecek olan şey ister hayır, ister şer olsun, hiç fark etmez. Çünkü Allâh, yaptığından sorulmaz, onlar ise sorguya çekileceklerdir.” Öyleyse bazı şeylerin Allâh’ın fiiliyle, bazılarının da başkasının fiiliyle olması veya meydana gelmesi akıl açısından sahih değildir. Oysa Mutezile, Hak Ehline muhalefet ederek böyle yanlış bir görüştedirler.

İmam Ebu Hanife (رضي الله عنه) “el-Fıkh el-Ekber” adlı eserinde diyor ki: “Hareketten tutun sükûna yani hareketsizliğe varana dek kulların tüm fiilleri, gerçekte onların kendi kespleridir. Onların yaratanı ise Allâh’tır. Bunların hepsi Yüce Allâh’ın meşietiyle, ilmi, kazası ve kaderiyle olur.”

Yine İmam Ebu Hanife, “el-Vasıyyet” adını verdiği eserinde: “Kul, amelleri, ikrarları ve marifetiyle yaratılmıştır. Fail yaratılmış olunca, failin işlediği fiiller de evleviyetle yaratılmıştır.” demektedir.

İbn Abbas’tan (رضي الله عنهما) rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: “Kaderiyenin sözü küfürdür.” Ömer bin ‘Abdul‘azîz, İmam Malik bin Enes ve Evza‘î’den rivayet olunduğuna göre onlar şöyle demişlerdir: “Kaderiye tevbeye davet edilirler. Eğer dediklerinden tevbe ederlerse haklarında herhangi bir uygulamaya gerek olmaz. Tevbe etmedikleri takdirde, (ridde sebebiyle) katledilirler.”

Ancak: “Allah, hayır ve şer işlemelerinde kullarına yardım eder.” tarzındaki ifadeye gelince, bunun anlamı şöyledir: “Allâh, insanda o fiili yaratır. Çünkü Allâh’tan başka yaratan yoktur. Aslında bu ifadenin: (Ona kötülüğü/fücuru ve takvayı/korunmayı ilham eden Allâh’tır.) manasında olan (فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا) âyetiyle birlikte değerlendirilmesi lazım gelir. İbarenin ayetle olan münasebeti görülecektir.

Ehli Sünnet vel-Cemaat alimlerinden bu konuyu ele alanlardan biri de İmam, Fakih ve Mütekellim olan İbn Furek, meydana getirdiği “Makalatul-Eş’arî” adlı eserde, hicri 478 yılında vefat eden İmam Ebu Sa‘îd el-Mütevelli, “el-Ğunye” adlı eserinde (s:134), hicri 468 yılında ölen İmamu’l-Haremeyn el-Cuveynî, “el-İrşad, s:179” eserinde, keza Maliki mezhebinden olan Allame Muhammed el-Emîr el-Kebir, (Mecmu’, 1/7) eserlerinde bu konuyu dile getirdikleri gibi, bunlardan ayrı olarak daha başkaları da konuyu eserlerinde dile getirmişlerdir.

İbarede geçen “yardım etme, iane” ifadesi, “Rıza, sevgi ve memnuniyet” demek değildir. Oysaki bazı kimseler konuyu o şekilde değerlendiriyor ve öyle vehmediyorlar. Oysaki bunun manası, temkin demektir. Oysaki Allâh Te‘âlâ kuluna hayır amelini işleme imkânını verdiği gibi ona şer fiilini işleme fırsatını da vermektedir. Çünkü müminin de kâfirin de dilini, kalbini/gönlünü ve organlarını yaratan Allâh’tır.

Onlardan evla olan şey, onların, Nidaul-İslam adını verdikleri dergilerinde (sayı:6, yıl:1, Recep ve Şaban ayları, hicri1415) yer alan hikâyeci kişiye inkâr etmeleridir. Orada deniyor ki: “Allâh’ın yarattığı ile insanın yaptığına gelince, Allâh’ın sanatı yani yarattığı şey sırf hayırdır. Oysa insanın yaptığı şeyde hem hayır hem de şer vardır.” Bunlar Allâh Te‘âlâ’nın: (اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ) ayetini yalanlıyorlar. Allah bu ayetinde şöyle buyuruyor: (Allâh her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.) Bunlar aynı zamanda: (مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ) ayetini de yalanlamış oluyorlar. Ayetin manası şöyledir: (Allâh’ın yarattığı şeylerin şerrinden O’na sığınırım.)

5– Yazar devam ediyor ve diyor ki: “Habeşî, iman, sadece mücerret/soyut anlamda kalpte meydana gelen bir inanç olduğunu söylemektedir.” demektedir. Yazar böyle demesine rağmen, Şeyhin kitaplarından bir tanesi olsun, kaynak vermemektedir. Çünkü Şeyhin kitaplarında öyle bir ifade, mevcut değildir.

Cevap: Muhaddis olan Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî (رحمه الله), “el-Delîlu’l Kavîm” adı verdiği eserinin 7. sayfasında diyor ki: “Bilmelisin ki, İslam ve İman, biri diğerinden ayrılmayan iki kavramlardır. Biri olmaksızın diğeri olmaz. Bir kimse şehadet kelimesini diliyle dile getirdiği halde, eğer bunda kalbi tasdik yani onaylama yoksa Allâh onu kabul etmeyeceği gibi, kalpten tasdik yani onay olmadığı halde sadece dil ile ifade etmek Allâh nezdinde kabul edilmez.” İmam Ebu Hanife (رضى الله عنه) ise: “Bu ikisi yani iman ile İslâm, tıpkı sırt ile karın gibidir” demektedir. İmam Nevevî de şöyle demiştir: “Kim kalbiyle tasdik eder ve fakat kalbiyle tasdik ettiğini diliyle söylemezse o kâfirdir ve icma ile ebedi olarak bir daha çıkmamak üzere cehennemliktir.” demiştir.

6– Yazar, “el-Sırâtu’l Müstakim” [s:10] adlı kitapta yazı bulunan küfrün üç kısma taksim edilmesine itirazda bulunuyor.

Cevap: Muhaddis Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî (رحمه الله), adı geçen kitabında diyor ki: “Küfür üç kısma ayrılır. Şöyle ki: Biri itikadi küfürdür. Biri fiili küfürdür. Üçüncüsü de sözlü küfürdür.” Şeyh bu bilgileri İmam Nevevî’den ve onun dışında diğer Şafiî imamlarından, Behutî’den ve ayrıca başka Hanbelî ulemasından, yine Şeyh Muhammed Uleyş’ten ve onun dışında diğer Malikî imamlarından keza İbn Abidîn’den ve diğer Hanefi ulemasından nakletmek suretiyle bunları aktarıyor.

Daha sonra merhum el-Herarî (رحمه الله) diyor ki: “Bir Müslümana (Dinine lanet olsun!) derse, aynı şekilde tekfir edilir. Fakihlerden bazıları da: “Eğer kişi, söz konusu ifade ile onun kötü huyunu kast ediyorsa tekfir edilemez” demişlerdir. Hanefilerden kimileri de: “Eğer kişi, söz konusu ifadeyi söylerken huyunu ve İslam dinini kastetmeksizin mutlak bir ifade olarak söylememiş olsa tekfir edilir.”

Bu bilgi aslında fakihlerin kitaplarında aynen yer almaktadır. Örneğin “Haşiyetu Reddi’l Muhtar ‘Ala’d Durri’l Muhtar” [6/367] gibi kaynaklarda ve ayrıca başka eserlerde mevcuttur.

Bu konuda evla olan Faysal Mevlevî’ye karşı durmaları ve ona karşı tavırlarını sergilemeleridir. Çünkü Faysal Mevlevî, İhvan partisinin liderlerinden olup kendisine biri şöyle bir soru yöneltir: “Öfkelenip kızdığında yaratıcıya sövdüğü durumda dinden çıkar mı?” O ona şöyle cevap verir “Ey kardeşim! İnşeAllâh sen Müslümansın.” Sonrasında ise ona şöyle demiştir: “ Sakın ola kâfirlerden olduğunu düşünme!” Zaten bu husus, onların “eş-Şihâb” adlı dergilerinin dördüncü yılı olan 1971 yılı 15. Sayısının (16) sayfasında sözkonusu ifadeler yer almaktadır.

Burada yer alan ifadeler, Kur’ân’ın, sünnetin ve icmâın açık ifadelerine aykırıdır. Bu, dini yıkmak ve küfrün kapılarını açmaktır. Kaldı ki Malikilerden bir kadı olan ve hicri 544 yılında vefat eden Kadı İyaz, keza hicri 799 yılında ölen Kadı Burhaneddin İbrahim bin Farhûn, hicri 676 senesinde ölen İmam Nevevî ve daha burada adlarını sayamadığımız nice Ehli Sünnet Uleması bu gerçekleri dile getirmişlerdir.

7– Yazar iftiralarına devam ederek şöyle bir iddiada bulunuyor: Kendince Şeyh Habeşî dört raşid halifeden üçü yani Ömer, Osman ve Ali (رضى الله عنهم) hakkında bunların sahabe oluşları konusunda şüpheler uyandırarak sahabe olmalarına şüphe ve gölge düşürüyor. Aynı zamanda Habeşî’nin onlar hakkında, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin ve sahabeden daha başkalarının sahabeliklerini inkâr edenlerin tekfir olunamayacaklarını söylediğini, bu bilgilerin (Buğyetu’l-Talib) adlı eserin ilk baskısının (s:32)de, ikinci baskısının da (s:47)de dile getirildiğini söylemektedir.

Cevap: Adetleri olduğu üzere onlar, ibare ve ifadeleri olduğu gibi aynen aktarmazlar. Kaldı ki zaten bu da onların Arapçayı ve İslam fıkhını bilmediklerinin bir delili, bir kanıtıdır. Oysaki Muhaddis Şeyh Hererî’nin (Buğyetu’l-Talib) adlı eserindeki ifadesi şöyledir: “Hz. Ömer’in veya Hz. Ali’nin ya da Hz. Osman’ın sahabeliklerini kim inkâr ederse tekfir edilmez. Çünkü Kur’ân’da Hz. Ömer’in, Hz. Ali’nin veya Hz. Osman’ın sahabeden olduklarına ilişkin bir nas yoktur.”

Bu ifadede aslında sözkonusu zatların sahabe olduklarına bir şüpheye yer vermediği gibi onların sahabeliklerine bir gölge de düşürüyor değildir. Aksine bu ifade, işin gerçeğini, hakikatini bilmeyenler için bir açıklamadır, bir beyandır. Yani adam cahilliğinden Ömer’in, Ali’nin veya Osman’ın sahabi oluşlarını inkâr ederse, bundan ötürü günah işlemiş olmakla birlikte tekfir olunmaz. Zaten bu türden ifadeleri Şafiî fakihlerinden olan İbn Hacer el-Heytemî gibi ilim adamları da zikretmişlerdir. Zaten el-Heytemî, (el-İ‘lâm bi Kavâtı‘i’l İslâm) adlı kitabında (s:364) zikrettiği gibi aynı ifadeler (el-Fetâvâ el-Hindiye, 2/264) adlı eserde ve bu iki kitap dışında başka kaynaklarda da aynı ifadeler yer almaktadır.

Müslüman kardeşim! Onların liderleri olan İbn Teymiye, (el-Sârimu’l Meslûl, s:586) adlı eserinde onun bazı sahabe hakkında birtakım sözler sarf ettikten sonra şöyle demiştir: “Kim onları (sahabeyi) cimrilikle, korkaklıkla, ilim azlığı ile veya zahid olmamakla nitelerse biz o kimsenin küfrüne hükmedemeyiz” demektedir. Aynı eserin ileriki sayfalarının birinde ise şöyle diyor (s:571): “Nitekim kim onları siyaset konusunda az bilgi sahibi olmakla itham ederse aynı şekilde tekfir edilmez” demektedir.
Yine İbn Teymiyye şöyle diyor: “Ebu Bekir ve Ömer’e, şetm eden, dil uzatan bir kimse tekfir edilmez.” Nitekim bunu onların hoca saydıklarından biri sahabe hakkında itikatlarını ele aldığı bir kitapta (s:47) İbn Teymiyye’den bu sözleri nakletmektedir.

Acaba onun tabileri ona aykırı olarak bir şey yayınlayıp da, ‘İbn Teymiye, insanları Ebu Bekir, Ömer ve sahabe hakkında şüpheye düşürüyor, onlara hakaret etmeleri için onları cesaretlendiriyor, onların dünya sevgisi içerisinde olmakla, korkaklıkla, cimrilikle ve ilimden yoksun olmakla suçlamaları konusunda cesaretlendiriyor” diyebilecekler mi? Yoksa kendilerine gelecek maddi imkânların kesilmesinden mi korkuyorlar?”

8– Zikredilen yazar sözlerine şöyle devam ederek Şeyh Habeşî’nin halkı putlara secde etmeye cesaretlendirdiğini ileri sürerek, Şeyh Harerî’ye bir adamın ibadet kastı olmaksızın puta secde etmesi sorulmuş. “Harerî’nin de o kişinin tekfir edilemeyeceğini söylediğini” dile getirmektedir. Ancak yazar böyle derken, ifadelerini, Şeyh’in herhangi bir kitabına dayandırmaksızın dile getirmektedir. Çünkü bu iddiayı ileri süren yazarın kendisi de, kendisinin büyük bir yalancı ve iftiracı olduğunu biliyor.

Cevap: Bu, söylenenler apaçık bir iftiradır. Her okurun bunu açığa çıkarması mümkündür. Her kim bu konunun doğru olup olmadığını ortaya çıkarmak isterse, hiç beklemeksizin hemen Şeyh Hererî’nin kitaplarına başvursun. Çünkü onun telif ettiği eserler halk arasında yaygnıdır.

Ayrıca Muhaddis Şeyh el-Hererî (رحمه الله), “Buğyetu’t Tâlib” (s:51) adlı kitabında şöyle demektedir: “Kimin bir puta secde ettiğini görürsek, biz onu tekfir ederiz ve ona, ‘Sen yaptığın bu secde ile o puta ibadet etme kastıyla mı yoksa ibadet etme kastı olmaksızın mı secde ettin?’ diye sormayız. Aslında (Put) diye Türkçeye çevirdiğimiz (Sanem) kelimesi, Allâh’tan başka tapınmak için edinen şeydir.”

9– Yazarın Şeyh’in talebeleri ve ahbabına nispet ettiği iftiraların cümlesinden biri de, güya şeyhin talebeleri ve sevenleri, şeyhlerinin kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkı olduğunu, onlara gelebilecek herhangi bir kötülüğü önlediğini veya onlar için herhangi bir menfaati, bir yararı celp ettiğini ileri sürdüklerini dile getirmesidir.

Cevap: Şüphesiz bu ifadeler de bu yazarın iftira ve yalanlarındandır. Zaten bu sebeptendir ki yazar, söylediklerini herhangi bir kitaba veya bir kaynağa dayandırmamaktadır. Ayrıca yazarın: “Onlar itikat ediyorlar/inanıyorlar” tarzındaki sözüne gelince, bunun manası onlardan işitilmiş ve duyulmuş değildir. Onların tek iddiaları, onların kalplerinden veya içlerinden geçeni keşfettikleri türünden olan iddialarıdır. Doğrusu bu kimse Allâh’tan korkup utanç duymuyor mu? Biz, burada: “Kulun fiili kötü olunca, onun zanları da kötü olur” diye söyleyenlerin bu sözünü hatırlatmak isteriz. Çünkü biz, ondan delil ortaya koymasını, delil ibrazını istiyoruz ve isteyeceğiz. Zaten kıyamet günü de yakındır.

10– Yazar, “Nebilerden ve Salihlerden medet beklemenin ve onları vesile edinmenin caiz oluşuna” itiraz ediyor.

Cevap: Selef ve Halef uleması Nebimizin (صلى الله عليه وسلم) hayatında yani sağlığında olsun, vefatından sonra olsun onunla tevessül etmenin caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Zaten bu konuda birçok âlimin birçok hadis rivayetleri bulunmaktadır. Bunlardan biri de Hafız Taberânî, Hafız Beyhakî, Hafız Subkî ve başkalarının sahih isnat ile Osman bin Huneyf’ten rivayet ettikleri şu hadistir: “Bir adam, ihtiyacını karşılaması için Osman bin ‘Affân’a gelmiş ve fakat Osman bin ‘Affân Müslümanların işleriyle meşgul olduğundan ihtiyaç için kendisine gelene iltifat etmemiş ve ona bakmamış. Adam Osman bin Huneyf’le karşılaşmış, derdini ve şikâyetini ona anlatmış. O da adama: ‘Git, bir abdest al. Sonra da mescide git. Orada iki rekât namaz kıl. Sonra da şöyle de/dua et: (Allah’ım! Rahmet Nebisi Nebimiz Muhammed’i (صلى الله عليه وسلم) vesile (aracı) kılarak sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Ben seni ‘Azîz ve Celîl olan Rabbime vesile ve aracı kılarak benim için hacetimi karşılamasını istiyorum) de, hacetin ve ihtiyacın ne ise onu zikret, sonra yanıma gel onun yanına beraber gidelim.’ Adam gider ve Osman bin Huneyf’in dediğini yapar. Bunun sonrasında ise Osman bin ‘Affân’a gider. Derken görevli gelir, adamın elinden tutup onu Hz. Osman’ın huzuruna çıkartıp, Hz. Osman’ın yanında onu da hasıra oturtur. Osman, kendisine: “Ne gibi bir ihtiyacın var?” diye sorar. O da ihtiyacı olan şeyi dile getirir. Bunun üzerine Hz. Osman onun ihtiyacını karşılar. Sonra da adama: “Şu ana kadar ihtiyacını hatırlamadım” der ve: “Bundan böyle bir ihtiyacın olduğunda bize gel.” der. Adam ihtiyaçları, Hz. Osman tarafından karşılandıktan sonra oradan ayrılır, derken bu defa Osman bin Huneyf’le karşılaşır ve kendisine: “Allâh, sana hayırla muamele buyursun. Sen bana tavsiyede bulunduğunu o yol üzerine, gereğini yapıp Hz. Osman’ın huzuruna çıktığımda hemen ihtiyacım karşılandı. Oysa bugüne dek dönüp bana bakmadığı gibi, sen onunla konuşana dek bana dönüp iltifatta bile bulunmuyordu. Bunun üzerine Osman bin Huneyf de ona: “Allâh adına yemin olsun ki ben onunla konuşmadım fakat bizzat Allâh Resulü (صلى الله عليه وسلم) zamanında bir şeye şahit olmuştum. Efendimizin yanına gözleri görmeyen ama biri gelmişti. Durumundan şikâyette bulunup sızlanıyordu. Bu durum karşısında Allâh’ın Nebisi kendisine: “Bu halde sabredebilir misin?” diye söyleyince, o da: “Ey Allâh’ın Resulü! Benim elimden tutup beni getirip götürecek bir kimsem yok. Bu durum da bana zor geliyor” der. Bu defa Nebi (صلى الله عليه وسلم) Efendimiz ona: “Abdest al. Peşinden de iki rekât namaz kıl. Sonra da sana öğrettiğim bu dua ile duada bulun” diye buyurdu. Osman bin Huneyf diyor ki: “Allâh adına yemin olsun ki henüz ayrılmamıştık, fazla uzun bir zaman geçmeden adam yanımıza gözleri görür halde, sanki hiç ama değilmiş gibi çıkageldi” der. Taberani hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
Hem merfû‘ hem mevkuf olan bu sahih hadis sağlığında olsun, huzurunda olmaksızın olsun ve ölümünden sonra olsun Nebi (صلى الله عليه وسلم) ile tevessülün caiz olduğuna bir delildir.

Hafız İbn Hacer ‘Askalânî, Emâlî adlı eserinde İbn Abbas’tan (رضى الله عنهما) rivayet ettiğine göre Nebi (صلى الله عليه وسلم) demiş ki: “Herhangi bir çölde herhangi birinizin başına bir şey isabet ettiğinde o zaman: ‘Ey Allâh’ın kulları! Yardım edin!’ diye seslensin.” Hafız İbn Hacer Askalanî, rivayetin isnad yönünden Hasen olduğunu söylemiştir.

“El-İnsaf” [2/456] adlı eserde belirtildiği gibi İmam Ahmed bin Hanbel, Mervezi’ye: “Bir kıtlık sırasında olsun, yağmurların azaldığı veya kesildiği bir zamanda olsun, dua edecek olan bir kimse, duasında Nebi (صلى الله عليه وسلم) Efendimizi vesile edinsin” diye söylemiştir.

Nitekim Lügat ilminde uzman olan ve hicri 683 yılında dünyaya gelen Hafız İmam es-Subkî, (Şifâ’u’s Sikâm) adlı eserde: “Tevessül olsun, teveccüh olsun ve istiğâse/yardım dileme veya imdat isteme olsun, hepsi aynı anlamdadır.”

Kur’an-ı Kerim’de, Nebevi hadislerde, İslam mezheplerinin tümünde müçtehid imamlarla ulemanın konu hakkında ciddi manada birçok sözleri bulunmaktadır. Hepsi de şu fitnecileri susturmaya yeterlidir. Ancak onlar şeytanın yolunu seçtiler. Dolayısıyla rezil ve rüsvay olmaları, utanç lekesi olarak kalması onlar için kâfi gelir. Çünkü onların inançlarına göre nebiler öldükten sonra kimseye menfaat sağlamazlar. Oysa Resulullah (ﷺ) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
الأنبياء أحياء في قبورهم يصلّون
Manası: “Nebiler, kabirlerinde diriler ve namaz kılıyorlar.” Bu hadisin sahih olduğunu Hafız Beyhaki dile getirmiş ve Hafız Askalani de onu ikrar etmiştir.

Resûlullâh (صلى الله عليه وسلم) hadislerinde: “Hayatım sizin için hayırlıdır. Çünkü siz bir şeyler yaparsınız ve ben de size hükümler bildiririm. Kaldı ki ölümüm de sizin için hayırlıdır. Zira amelleriniz bana arz edilir. Ne hayır olan şey görür isem, bundan ötürü Allâh’a hamd ederim. Kötü olarak her ne görür isem, bundan ötürü de sizin için Allâh’tan mağfiret dilerim.”
Bilindiği gibi Vehhabiler, Resûlullâh’ı ﷺ vesile edinerek ondan istimdat edenleri “Mecmû‘atu’t Tevhîd” adlı kitaplarında tekfir ediyorlar. Dahası Vehhabiler, sadece “Ya Muhammed!” diyenleri bile tekfir ederler. Nitekim onların, “el-Usul el-Selase” adlı kitaplarında bunları görebilirsiniz. Bu da değerli sahâbi ‘Abdullâh bin Ömer’i (رضي الله عنهما) de tekfir ettikleri anlamına gelmektedir. Çünkü ‘Abdullâh bin Ömer’in ayağı uyuşunca, “Ya Muhammed!” diye seslenmiştir. Hatta Vehhâbîlerin bu iddiaları Buhari’yi sırf bu rivayeti eserine aldığından ötürü tekfir ettikleri anlamına gelmektedir. Aynı zamanda selef ve haleften bu eseri rivayet edenleri de tekfir etmeyi içermektedir. Dolayısıyla bu şu manaya gelir, Vehhabiler böyle yapmakla Efendimiz Muhammed’in ümmetini de tekfir etmişlerdir. Vahhabiler bunlarla da yetinmeyip, (ed-Din el-Halis) adını verdikleri kitaplarında da (c/s:1/160) Havva’yı (radiyallâhu anhâ) bile tekfir açıkça etmektedirler.

Bunlar aynı zamanda sahâbi Bilal bin Haris el-Muzenî’yi de (radiyallâhu anh) tekfir etmektedirler. Nitekim bu bilgileri onların ‘Askalânî’nin “Fethu’l-Bârî” adlı eser üzerine yazdıkları taliklerinde bunu açıkça dile getirmişlerdir. Vahhabilerin bu eseri, (Dar er-Reyyan li’t-Turas) adlı yayınevi tarafından basılmış olup, bu bilgiler sözkonusu bu eserin (c/s:2/575)’te yer almaktadır. Bunlar sadece bu yazdıklarıyla yetinmeyip aynı zamanda başka kitaplarında da bu ifadelere yer vermişlerdir. Örneğin, Bak: “Mecmuat el-Tevhid, s:266 ve 281.” Bunların bu kitabında dile getirdikleri ifadeler şöyledir: “Şüphesiz zamanımızdaki Muhammed ümmeti, müşriklerdir. Onların şirkleri, cahiliye döneminde putlara tapanların şirklerinden daha da şiddetli/büyük bir şirktir.” Nitekim sözkonusu kitabın (472.) sayfasında ise: “Doğrusu ümmet, onların liderleri olan Muhammed bin ‘Abdulvehhâb’a varana dek, uzun yıllardan beri şirk ve küfür üzeredir.” diye zikretmektedirler. Nitekim bunlar, Muhammed b. ‘Abdulvehhâb’ın torunu olan ‘Abdurrahmân Hasan tarafından, Muhammed bin ‘Abdulvehhâb’ın “Kitabu’t Tevhid” adlı risalesine yazmış olduğu (794) sayfalık Fethul-Mecid adlı eserin 217. sayfasında Şam, Mağrib, Yemen, Mısır ve Irak halklarını tekfir etmektedirler. Kaldı ki Vehhabiler birçok kaynaklarında Hicaz halkını da tekfir ederler. Bunlar hakikati, ters yüz etmişlerdir. Oysaki Resûlullâh ﷺ: “İman, Hicaz Ehlindedir.” diye buyurmuşlardır. Bu hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmişlerdir.

Tüm bu ifadeler şu manaya gelmektedir: “Vehhabiler, yeryüzünde kendileri dışında hiç kimseyi Müslüman saymazlar. Çünkü onların lideri ve hocası olan Muhammed bin ‘Abdulvehhâb onlara İslam’ı bu şekilde öğretmiştir. Aslında Muhammed bin ‘Abdulvehhâb, Resûlullâh’ın ﷺ: “Şeytanın boynuzu oradan çıkacaktır.” diye buyurduğu yerden, bölgeden çıkmıştır. Bu hadis Buhari tarafından rivayet olunmuştur.

Muhammed el-Emir es-San‘ânî, ondan bahisle, “İrşadu Zevi’l Elbab İla Hakikati Akvali İbn ‘Abdilvehhâb” adlı eserinde: “Onun telifinden olan risalelerinden elimize geçenlerde yer alan bilgilere göre Muhammed bin ‘Abdulvehhâb bilerek, kasten yeryüzündeki herkesi tekfir ediyor.” demektedir.

(Dar el-Fikr) basımı olan ve Hanefi ulemasından İbn Abidin tarafından yazılmış olan “Haşiyetu Reddilmuhtar Aladdürril Muhtar” adlı eserinde (c/s:262) İbn Abidin şu ifadelere yer veriyor: “Vehhabiler, sadece kendilerinin Müslüman olduklarına inanıyorlar. Kendi inançlarına aykırı olanları da müşrik olarak görüyorlar. Bu sebepten ötürü de Vehhabiler Ehli Sünnet inancına mensup olanlarla Ehli Sünnet ulemasının öldürülmelerini mubah kabul ediyorlar.”

Nitekim ne zaman bunlar Mogadişu’ya, Yemen’e ve Afganistan’a girdiler, bundan böyle onların çocukları babalarını tekfir eder oldular. Hatta bu bölge halklarının çocukları babalarına: “Bizler zina çocuklarıyız. Çünkü sizler bizi dünyaya getirdiğinizde müşriktiniz.” diyorlardı.

Bu mesele onları öyle bir noktaya vardırmıştır ki bunlar “Tevhidi nasıl anlamalıyız?” adını verdikleri kitaplarında (16.) sayfada şu ifadelere yer veriyorlar: “Ebu Cehil ve Ebu Leheb, Allâh’ı tevhid etme noktasından, şu (La İlahe İllallah Muhammedun Resulullah) diyen Müslümanlardan daha çok tevhid ehli ve daha samimi iman sahibi olan kimselerdir.”

Kaldı ki bunlar bazı yayınlarında Allâh adına yalan uyduruyorlar ve diyorlar ki: “Allâh, dünyada hiçbir kimseyi kabrinden çıkarmaz.” Sanki böyle demekle bunlar, “Allâh, her şeye kadir değildir” tarzında bir inanca sahiptirler. Oysa Müslümanlar Allâh’ın her şeye kadir olduğuna iman ederler. Zaten bunun içindir ki Allâh Te‘âlâ dünyada da nebilerini kabirlerinden çıkardığı gibi İsra ve Mirac gecesinde İsa’yı da semadan indirmiştir. Nebi ﷺ de Mescid-i Aksâ’da onlara imam olarak namaz kıldırmıştır.

Apaçık olan bu mucizeyi büyükler bir yana Müslümanların küçük çocukları bile bilirler. Zaten Allâh Te‘âlâ Kur’ân’da el-Bakarah Suresi’nde Uzeyir’den bahsederken şöyle buyuruyor:

فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ

Manası: “Bunun üzerine Allâh onu öldürüp yüzyıl ölü bıraktı, sonra diriltti”

Yine Allâh Te‘âlâ Resulü İsa’ya şöyle buyurmuştur:

وَاِذْ تُخْرِجُ الْمَوْتٰى بِاِذْن۪يۚ

Manası: Hani benim iznimle ölüleri de hayata çıkarıyordun.”

Allâh Te‘âlâ bir başka âyetinde de şöyle buyuruyor:

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِۖ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْۜ

Manası: “Binlerce kişi oldukları hâlde, ölüm korkusuyla yurtlarını terk edenleri görmedin mi? Allâh, onlara ‘ölün’ dedi, sonra da onları diriltti.”

Yine el-Bakarah Suresi’ndeki kıssada da bu konu apaçık bir burhan olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Allâh Te‘âlâ şöyle buyuruyor:

فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَاۜ كَذٰلِكَ يُحْيِ اللّٰهُ الْمَوْتٰى وَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُون

Manası: “İneğin bir parçası ile öldürülene vurun” dedik. (Denileni yaptılar ve ölü dirildi.) İşte, Allâh ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir.” Buna dair Kur’an’da olsun, hadislerde olsun sayısız deliller vardır.

Muhaddis Şeyh el-Herarî’nin “Buğyetu’t Tâlib” adını verdiği eserinin birinci baskısının 7 ve 8. sayfalarında şu ifadelere yer veriyor: “Fakihlerin, “Allah’tan başka hak mabut yoktur. Ondan başka hiç kimse kendisine kulluk edilmeye müstahak olmaz” tarzındaki sözlerine gelince, bu sözler anlam olarak: Tezellül ve boyun eğmenin zirvesi ancak Allâh Te‘âlâ’ya karşı yapılır. Zaten bu ifade Yüce Allâh’ın şu kavlinin manasıdır:
لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ

Kaldı ki Allâh Te‘âlâ bir diğer âyetinde şöyle buyurmuştur:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ

Manası: “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardımı yaratmanı dileriz.”

İşte bu ayette sözkonusu edilen ibadet yani kulluk, sadece ve sadece Allâh’a has olan ibadet ve kulluk demektir. Dolayısıyla kim Allâh’tan başkasına dönüp kullukta bulunursa o kimse müşrik olur, Allâh’a şirk yani ortak koşmuş olur. Yoksa bunun anlamı, mücerret manada bir nida, bir sesleniş, bir yardım, bir medet beklemek veya korkmak ya da bir şey ummak demek değildir. Oysa bazılarının ileri sürdüklerine göre, mücerret anlamda ölmüş bir kimseye seslenmek veya gaib olan birine nida etmek şirk olduğunu söylemektedirler. Nitekim ondan medet beklemenin de aynı olduğunu söylüyorlar. Böyle diyenler sadece yaşayan ve yanımızda hazır olandan medet ve yardım beklenir, başkasından değil, diye iddiada bulunuyorlar. Böyle bir iddiada bulunanlara göre bir kimse çıkıp de “Ya Muhammed!” diye imdat etse, bunlara göre böyle diyen kişi kâfir olur. Yine bir kimse çıkıp da “Ey Allâh’ın Resulü!” diye seslense, bu da yine onlara göre kâfir olur.” Bunun örneği, “Sarihu’l-Beyan” kitabının (57.) sayfasında da yer almaktadır. Hal böyle olduğuna göre: “Bu yazar ne diye (Sarihu’l-Beyan ile el-Buğye) kitaplarının o iki sayfasını insanlara göstermez. Biz onları ilk liderleri konumunda olan Harranlı İbn Teymiye’ye havale ederiz. Çünkü bu adam, (İktidâu’s Sırat el-Müstakim” adlı eserinde (s:373) çelişkiler içerisindedir. İşte ifadeleri: “Rivayet olunduğuna göre birtakım kimselerin Nebi Efendimizin ﷺ kabrinden veya salihlerin kabirlerinden verilen selama karşılık verildiğini duydukları dile getirilmiştir. Nitekim Harre olayı gecelerinde Said bin el-Museyyeb’in kabirden ezan ve benzeri sesleri işittiğini dile getirmiştir. Bütün bunların hepsi de haktır.” Sonrasında yine diyor ki: “Aynı şekilde rivayet olunduğuna göre adamın biri Nebimizin ﷺ kabrine giderek kuraklık yıllarından ötürü sızlanıp şikâyette bulunmuş. Adam Resûlullâh’ı ﷺ görmüş ve Resûlullâh ﷺ kendisine verdiği emir gereği, gidip Ömer’e (radiyallâhu anh) Allâh Resulünün ﷺ emrini ileterek, Ömer’in (radiyallâhu anh) halkı toplayıp birlikte yağmur duasına çıkmalarıyla ilgili emri iletmiştir. Aslında bu türden olaylar, Nebimizin ﷺ dışında birçok kimselerden de vuku bulduğu ve bu türden olayların birçok örnekleri olduğu belirtilmiştir.
Sonra yine diyor ki: “Aynı şekilde bazı kimselerin Nebi ﷺ Efendimize veya ümmetinden başkalarına gidip hacetlerini, ihtiyaçlarını dile getirdikleri ve Nebimiz ﷺ olsun, ümmetinden kimileri olsun, ihtiyaç için kendilerine gelenlerin ihtiyaçlarını giderdikleri dile getirilmiş ve bu türden olayların oldukça fazla da olduğu ifade olunmuştur.”

Onların hocası olan Muhammed bin ‘Abdulvehhâb, çelişkilerle dolu olan “Ahkamu Temenni el-Mevt” adlı eserinin (41.) sayfasında dediğine göre Tirmizi, İbn Mace ve Muhammed bin Yahya el-Hemedani de Sahihinde, Ebu Katade’den merfu olarak yaptıkları rivayette demiş ki: “Biriniz kardeşiyle ilgili görevleri üstlendiğinde, kardeşi ölünce onu güzelce kefenlesin. Çünkü onlar kabirlerinde ziyaretleşirler.”

Bunlar liderlerine karşı bir şey yayınlayabilecekler mi yoksa onlar, kendilerinden maddiyatın kesilmesinden mi endişe ediyorlar?

11– Yazarı sözlerini sürdürerek mutlak bir ifade ile diyor ki: “Doğrusu Habeşî Allâh’tan başkasından, örneğin: (Filandan sığınma diliyorum, filan aracılığıyla sana sığınıyorum) diye istiazede bulunanlara cevaz verdiğine dair fetva verdiğini dile getiriyor.” Yazar bu ifadelerini de, “el-Delil el-Kavîm (s:173) adlı eser ile “Sarihu’l-Beyan” (s:62) adlı esere dayandırıyor.

Cevap: Zaten karışıklık ve düzensizlik çıkaranların âdeti olduğu gibi onlar fukahanın ibare ve ifadelerini kırparak ve gerçekleri yansıtmaksızın verirler. Biz, bu yazardan mutlak bir ifade ve anlatım olarak aktarmış olduklarını bizzat Şeyh’in kendi kitaplarından ortaya koymasını istemiş isek de o, dile getirmiş olduğu ifadeleri, Şeyhin kitaplarında bulamayacaktır. Çünkü şeyhin kitaplarında öyle bir ifade ve ibare yoktur, bulunmamaktadır.

Müslüman kardeşim! Muhaddis Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî (Allâh ona rahmet eylesin), “el-Delîlu’l Kavîm” adını taşıyan kitabının (173.) ve “Sarihu’l-Beyan” adını taşıyan eserinin (62.) sayfalarında şu ifadeye yer vermektedir: “Hafız İbn Hacer el-‘Askalânî’nin hasen bir isnat ile olduğunu belirttiği ve İmam Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiğine göre Haris bin Hassan el-Bekrî, Resûlullâh’a ﷺ: “Âd kavminin temsilcisi/delegesi gibi olmaktan Allâh’a ve Allâh Resûlüne sığınırım” demiş.

Peygamberimiz ile te’avvuzu şirk sayan kimseler İmam Ahmed’in bu hadisi rivayet etmesi konusuna ne diyecekler?! Acaba onun şirki kabul ettiğini söylemeye cüret edecekler mi? Yoksa ne diyecekler?!

Bu rivayette delil olarak kabul edilen nokta, Resûlullâh’ın ﷺ Haris’e: “Sen, …ve Resulüne de sığınırım” demekle, Allâh’a şirk koştun, çünkü sen bana sığındın, benimle istiâze diledin” diye bir şey dememiştir. Çünkü Haris, Allâh’a istiaze ederken, buna Allâh Resulünü de eklemişti. Oysa burada gerçekte sığınılan zat, Yüce Allâh’tır, sebep ve aracı olması hasebiyle Resulullah’a sığınmayı eklemesi, onu aracı kılmasından ötürüdür.

Ey bu çağın Haricileri! Açıkçası sizler, sahâbi olan Bilal bin Haris el Muzenî’yi şirk ve küfürle damgalamakta olduğunuz gibi sahâbi olan Haris’i de şirkle itham etmektesiniz.

12– Zikredilen iftiracı yazar sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Habeşî, halkı taşlarla teberrükte bulunmaya teşvik ediyor. Yazar bu dediklerini de Habeşî’nin “Sarihu’l-Beyan” adlı eserine (s:57-58) nispet ediyor.

Cevap: Biz, yazardan söz konusu ibareyi, Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî’nin “Sarîhu’l Beyân” adlı eserinden çıkarıp halka göstermesini ve insanların onun yalanını öğrenmelerini istiyoruz.

Müslüman kardeşim! Hem Muhaddis ve hem Arap dilinde uzman olan Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî söz konusu “Sarîhu’l Beyân” adlı kitabının (s:57) ilgili sayfasında ibadeti şöyle tanımlamaktadır: “İbadet: Lügat erbabının tanımladıkları gibi ‘Huşu’ ve boyun eğmenin zirvesidir’ demektir.

Nitekim Arap Dili ve Edebiyatı alanında lügat konusunda önde gelen büyüklerinden biri ve onların en tanınmış olan Ezherî diyor ki: ‘Arap Dilinde İbadet: Hudû‘ yani boyun eğmenin zirvesini sarf etmekle birlikte itaatte bulunmak demektir.’ Sonrasında Ezherî bunu şöyle açıklıyor: “İbadet herhangi bir canlıya, yaşayan veya ölmüş olan birine karşı mutlak manada seslenmek, mutlak anlamda Allâh’tan başkasından medet beklemek olmadığı gibi yine mücerret manada teberrük amacıyla herhangi bir velinin kabrini ziyaret etmek, yine mutlak anlamda halk arasında adet olmayan tarzda bir talep de değildir. Nitekim bu, aynı zamanda Allâh’tan başkasından mücerret manada istiane yani yardım isteme kipini kullanmak da değildir. Yani demek istiyoruz ki bunların hiçbirisi şirk yani Allâh’a ortak koşmak değildir. Çünkü bu durum, lügat erbabının veya dil uzmanlarının anlattığı türden bir ibadet tanımı kapsamına girmez. Yine sabit olduğu üzere Muâz bin Cebel (radiyallâhu anh) Şam’dan dönüp geldiğinde Allâh Resulüne ﷺ secde eder. Bunun üzerine Resûlullâh ﷺ kendisine: (Bu da nedir?) diye sorması üzerine Muaz bin Cebel de: “Ey Allâh’ın Resûlü! Şam halkı patriklerine ve liderlerine secde ettiklerini gördüm. Sen onlara göre kendisine secde edilmeye daha layıksın” der. Bunun üzerine Resûlullâh ﷺ şöyle der: “Bir daha böyle bir şey yapma! Eğer, bir kimsenin bir diğerine secde etmesini emretmiş olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim”

Ancak Resûlullâh ﷺ “Muâz’a, sen küfre girdin” demediği gibi, aynı zamanda ona: “Sen Allâh’a şirk koştun” diye de bir şey söylememiştir. Kaldı ki Muâz’ın Nebiye ﷺ secde etmesi, ona karşı olan saygının ve tezellülün büyük bir örneğidir.

Ey Vehhabiler sizler varsınız ya sizler! Nasıl oluyor da kişinin mutlak manada sadece “Yâ Muhammed!” demesiyle onu tekfir ediyorsunuz? Yine mücerret manada Allâh Resûlünün ﷺ kabrini teberrük amacıyla ziyaret eden bir kimseyi neye göre tekfir etmektesiniz? Oysaki Resûlullâh ﷺ Muâz bin Cebel’i tekfir etmemiştir. Çünkü Muâz bin Cebel, Allâh Resûlüne tapınmak amacıyla secde etmeyip ona sadece saygı amacıyla secde etmiştir. Ancak Allâh Resûlü ﷺ buna rağmen yine onu, böyle yapmaktan men etmiştir. Çünkü Efendimiz Muhammed’in ﷺ şeriatında ihtiram ve tazim amacıyla bir insana secde edilmesi haram kılınmıştır.

Bunun sonrasında Muhaddis Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî, ilgili eserin gösterilen sayfasını izleyen sayfasında şunu zikretmektedir: “Beyhakî’nin sahih bir isnat ile Hz. Ömer’in Hazineden sorumlu kişi olan Malik el-Dâr’dan gelen rivayete göre bu zat demiş ki: “Hz. Ömer döneminde bir kıtlık başgösterdi. Adamın biri, bunun üzerine Nebi’nin ﷺ kabrine gider ve: “Ey Allâh’ın Resulü! Ümmetin için yağmur iste. Çünkü onlar kıtlık yüzünden helak olacaklar” der. Rüyada Resûlullâh ﷺ adama der ki: “Ömer’e selam söyle ve ümmetimin yağmur duasına çıkılmasını istediklerini bildir ve ona bu sıkıntının giderilmesi için ne yapması gerektiğini iyice düşünmesini söyle. Bunun üzerine adam Ömer’e (radiyallâhu anh) gider, durumu onlara haber verir. Ömer (radiyallâhu anh) ağlamaya başlar ve: “Rabbim! Ben acze düşmedikçe bu konuda tüm gücümü ortaya koyacağım” diye yakarır.
Burada adı geçen adamın Sahabeden Bilal bin Haris el-Muzenî olduğu söylenmiştir. Bu sahâbi, teberrük için Allâh Resulünün ﷺ kabrine gitmiş. Böyle yapmasından ötürü Hz. Ömer, bu zata bir şey demediği gibi, başkalarına da demiş değildir. Ey yazar! Hani iddia ettiklerin nerede?

13– Zikredilen yazar devam ediyor ve: “Habeşi’nin halkı, Allâh’ın indirmediği şeylerle hükmetmeye teşci edip cesaretlendiriyor ve bu iddialarını da “el-Buğye” (s:286) esere dayandırıyor.

Cevap: Muhaddis Şeyh ‘Abdullâh el-Herarî, “Buğyetu’t Tâlib” adlı kitabında (s:385) diyor ki: “Dilin günahlarından birisi de Allâh’ın indirmiş olduğu hükümlerle değil, başka hükümlerle hükmetmektir.” Yani Allâh’ın Nebisi üzerine indirdiği şeriat hükümleriyle değil de, başka hükümlerle hükmetmektir. Oysaki Allâh Te‘âlâ: (Yoksa onlar İslâm öncesi cahiliye idaresinin hükmünü mü arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allâh’ın hükmünden daha güzel kim vardır?) anlamında (اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَۜ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ۟) diye buyurmuştur. Kaldı ki Allâh’ın indirmiş olduğu hükümden başka bir hükümle hüküm vermek, icma ile büyük günahlardandır.”

Evet, ancak biz, hükümet/devlet adamlarının kanlarının akıtılmasını helal saymadığımız gibi, günahsız çocukların, kadınların ve yaşlıların onların mücerret hükümleri gereği kanunla hükmetmelerini, ey haricilerin torunları sizin gördüğünüz gibi biz uygun görmüyor ve helal saymıyoruz.

Hem İslam’da çocuk kadın ve yaşlı demeksizin öldürmek ve Müslümanların mallarını yağmalamak var mı? Genç kızlarla fuhuş işlemek ve cami ve mescitlerin minarelerini kökünden dinamitleyip yıkıp yakmak var mı? Siz, işi bu noktalara kadar getirdiniz. Kaldı ki sizler yayın organlarınızda bunların ve benzeri türden polis görevlilerinin öldürülmelerini dile getiriyorsunuz. Öyle ki sizler radyo yayınlarınızda bunların ve polis adamlarının öldürülmelerinin su içmekten daha helal olduğunu söylüyorsunuz. Bu konuyla ilgili ses kayıtlarınız bizde mevcuttur.

Gerçekten siz İslam’ın ve Müslümanların şöhretine ve saygınlığına gölge düşürdünüz. Çünkü bunları size (Fî Zilâl el-Kur’an) adlı tefsirinde (Mücelled:3, cilt:8, s:1198) Seyyid Kutub size öğretmiştir. Çünkü o, söz konusu eserinde: “Bir velev ki bir kanunun basit bir parçası ile de olsa bir beşere itaat edecek olursa o kimse, her ne kadar (Allâh’tan başka ilâh olmadığına şehadet etse bile yine de müşriktir ve İslam’dan çıkmış bir mürteddir” demektedir.

Nitekim yine o, söz konusu eserinde (m:2, cilt:7, sayfa:1057): “Beşeriyet tümüyle mürtet olmuştur. Hatta dünyanın doğu ve batılarında minarelerde (Lâ İlâhe İllallâh) kelimesini anlamaksızın dillerinden düşürmeyenler bile mürtetler. İşte bunlar en ağır günah içerisindedirler ve kıyamet gününde de en şiddetli azaba çarptırılacaklardır. Çünkü bunlar Allâh’a kulluk yerine kullara tapar oldular, böylece irtidat etmiş oldular.” demektedir.

Nitekim Fethi Yeken, “Mâzâ Ya‘nî İntima’î ile’l İslâm (İslâm’a müntesip olmam ne anlama geliyor?)” adlı eserinde (s:133) diyor ki: “İşte bu guruplar, kimi zaman İslâm esaslarından bir esasına, muhalefet etmekten kaçınmıyorlar veya İslâm’ın prensiplerinden herhangi bir prensibine karşı çıkmaktan sakınmıyorlar. Bunu da esneklik göstermek, yol açmak ve Müslümanların maslahatını gerçekleştirmek davasıyla yapmaktadırlar. Örneğin: Kâfirlerin uydurdukları yasalar çerçevesinde hükümde onlara katılmaları gibi.”

Ey Müslümanlar! Allâh adına size yemin verdiriyorum, bu durumu ona sorun, kendisi nerede idi? Ne yapıyordu? Kendisi bu konulan kanun ve yasaların gölgesinde katılım sağlayıp onlarla ortak olmadı mı?

Adı geçen şahıs, aynı zamanda “Keyfe Ted‘û ile’l İslâm” adlı kitabında (s:112) diyor ki: “Bugün tüm dünya Allâh’a iman etmekten irtidat etmiş ve dünyaca toplu bir küfrün içerisine girmiştir. Bu iki şeyin örneği geçmişte vuku bulmuş değildir.”

Bu adamlar işi o kadar azıttılar ki, sonunda Şeyh Hasan el-Benna’yı bile tekfir eder oldular. Onu, şirke davet eden davetçilerden biri olarak gördüler. {Bak: Mecelle” dergisi, Ocak 1996, sayı 830.} Buna gerekçe olarak da Şeyh Hasan el-Bennâ’nın Eş‘arî ve Sofi olduğunu gösteriyorlar. Nitekim o, (Akaid) adlı kitabı (s:64) ile (Müzekkirâtu’d Da‘veti ve’d Dâ‘iye) adlı eserinde (s:19) bunu açıklamaktadır.

Bunlar kitaplarında olsun, diğer yayın organlarında olsun açıkça İmam Gazali’yi, Beyrut velayet Müftüsü Şeyh ‘Abdulbâsıt el-Fâhûrî’yi, Beyrut Müftüsü Şeyh Mustafa Neca’yı, Şeyh Halid Nakşibendi’yi, Şeyh Muhammed İlyas’ı, Şeyh Muhammed Zekeriya’yı, Şeyh Muhammed İn‘âm el-Hasan’ı, tüm tebliğ cemaatini tekfir etmektedirler. Hatta bunların tekfir edilmesi hakkında kitaplar telif etmişlerdir. Adlarını saydığımız kimseleri ve cemaatleri de bunlar müşrik putperestler diye adlandırmaktadırlar, daha da ileri giderek bunların öldürülmelerini helal saymaktadırlar. Keza bunlar Şeyh Sayyâdî’yi, Muhaddis Muhammed Zâhid el-Kevserî’yi de tekfir ediyorlar. Zahidu’l-Kevserî, Osmanlı saltanatı döneminde Şeyhülislam vekilliği görevinde bulunuyordu. Aynı şekilde Şeyh Şa‘rânî’yi, Ezher şeyhi Şeyh ‘Abdulhalîm Mahmud’u, Rifaîleri, Kadirileri, Nakşibendileri, kısaca genel olarak tüm sofiyeyi, Eş‘arîleri ve Maturidileri de tekfir ediyorlar. Kısaca söyleyecek olursak sözkonusu kesim Ehli Sünnet ve’l-Cemaatin tamamını tekfir etmektedirler.

İki fırka arasındaki çelişkiyi ortaya koymak adına yani Vahhabilerle Cemaat-i İslamiye adını almış olan bu iki fırka arasındaki çelişkileri ortaya koymak adına, Vahhabiler, (Matâ‘inu Seyyid Kutub Fi Ashabi Rasûlillâh) adlı kitap ile (el-Mevridu’l-Zulal fi’t Tenbih ‘alâ Ahtâi’z Zilâl” adını verdikleri kitaplarında ve başka eserlerinde de Seyyid Kutb’u açıkça tekfir ediyorlar.

“Cemaati İslamiye” adını alan fırka o kadar ileri gidiyorlar ki, Müslümanlara: “Estağfirullâh” yani “Allah’tan mağfiret dilerim” denmesini haram kılmışlar. Böyle diyen bir kişinin, tıpkı Kabe’nin çevresinde çırılçıplak tavaf yapan, el çırparak ıslık çalan putperestler gibi görüyorlar. Nitekim bunlar, “el-Eman” adındaki dergilerinim yetmişinci sayısında buna yer vermişlerdir. Bunlar böyle demekle Allâh’ın Nebilerinin Allâh’tan getirdiklerini böylece yalanlamış olmaktadırlar.

Ey Müslümanlar! İşte bunların gerçek yüzü budur. Çünkü bunlar tarih boyunca her asırda İslam ümmetini hep tekfir edip durmuşlardır.

Ey çağımızın Haricileri! Sizin durumunuz ve rezaletiniz açığa çıkmıştır. İnsanlar da sizlerin, Müslümanları sebepsiz yere tekfir ettiğinizi öğrenmişlerdir. Şüphesiz sizler sırf mal varlığı elde etmek ve liderlik kazanabilmek adına birbirinizi tekfir ederek her şeyi ve her tarafı yakıp yıkmak ve tarumar etmek istiyorsunuz. Sizler halkı, Allâh’ın indirmediği hükümlerle hükmetmeye teşvik edip onlara cesaret veriyorsunuz. Çünkü sizin fetvalarınız ve yapıp ettiğiniz iş ve amelleriniz Allâh’ın indirdiklerinin hilafınadır.

Size bunları öğreten kişi ancak Muhammed bin ‘Abdulvehhâb denilen adamdır. Nitekim Mekke-i Mükerreme’de Hanbelilerin müftüsü olan ve hicri 1295 yılında vefat eden Mekke Müftüsü Şeyh Muhammed b. ‘Abdullah bin Hamîd ondan naklen (el-Suhub el-Vabile) kitabında (s:276) diyor ki: “Doğrusu ona yani Muhammed b. ‘Abdulvehhâb’a herhangi bir kimse karşı çıkıp onu ret ederek cevap verdiği zaman, eğer açıktan açığa adamı öldürmeye güç yetiremezse bu defa onu yatağında boğarak öldürecek veya geceleyin bir köşede öldürebilecek birilerini gönderip onu öldürtür. Bunu da adamların sırf kendisine muhalefet edip karşı çıkanları tekfir etmesi sebebiyle ya da kanının akıtılmasının, kısaca öldürülmesinin helal olduğunu ileri sürmesi yüzünden yaptırtır.”

Allâh Te‘âlâ’nın: (Allâh’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir) anlamındaki (وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ) kavline gelince, İmam Müslim Sahih’inde değerli sahabi Bera bin ‘Âzib’ten (radiyallâhu anh) rivayet ettiğine göre: “Bera bin ‘Âzib’in bu ayetlerin tamamının kâfirler hakkında nazil oldu” dediğini zikretmiştir.

Nitekim İmam Kurtubi de (el-Cami‘ li Ahkâmi’l Kur’ân) adını verdiği tefsirinde (6/190-191), Hazin de tefsirinde, (1/467-468) bunun benzerini zikretmişlerdir. Hâkim de Müstedrek adındaki eserinde (2/313) tahric ederek bu rivayeti tashih etmiş ve Zehebi de ona muvafakat etmiştir. Beyhakî de Sünen adlı eserinde (8/20) ve bu ikisi dışında başkaları da sözkonusu rivayeti, Habrul Ummeh yani ümmetin en büyük alimlerinden olan ‘Abdullâh bin ‘Abbâs’tan (radiyallâhu anh) bu ayeti rivayet ediyorlar. İbn ‘Abbâs dedi ki: “Bu ayette sözkonusu edilen küfür ifadesi, gerçekten herkesin anladığı gibi küfür demek değildir. Çünkü bu küfür, kişiyi dinden çıkaran küfür demek değildir. “Allâh’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridir” ayetinin anlamı, bilinen kafir olmanın altında, onun dununda bir küfürdür.” Yani büyük günahtır.

Burada geçen “küfrün dununda/altında bir küfürdür” ifadesi, yani büyük bir günahtır anlamındadır. Ancak bu ifade ve anlatım sahabi İbn Ömer’in (radiyallâhu anh) onların selefleri olan Hariciler hakkında söylediklerine mutabık bir ifadedir. Çünkü İbn Ömer, Hariciler hakkında: “Bunlar, kafirler hakkında indirilmiş olan ayetlere giderek, onları müminlere hamletmişlerdir” demiştir. Ancak Ehli Sünnet olan bizlere gelince, İmam Tahavî’nin: “Biz, herhangi bir günah sebebiyle, kişi işlediği günahı mubah/helal saymadıkça tekfir etmeyiz” dediği gibi hüküm veririz.

Bu şaşkın ve ne yaptıklarını bilmeyen bunaklar, liderleri olan İbn Baz’ın, kayıtsız ve şartsız olarak Yahudilerle sürekli barış yapılması konusunda fetva vermiştir. Nitekim o dönemin İsrail eski Cumhur Başkanı Şimon Perez de bundan ötürü adı geçen şahsa teşekkür etmiştir. Nitekim bunların reisi olan Elbani de Müslümanların halen Filistin’de ikametlerini haram kılmış ve Müslümanların Filistin’den çıkmalarını ve buraların yahudilere terk edilmesini emretmiştir. Nitekim Elbani’nin kitaplarından olan “Fetava Elbani” adlı eserinde (s:8), Ürdün’ün “el-Liva” adlı 8.7.1992 tarihli gazetesi ve kendi sesinden kayıt mevcuttur.

Kaldı ki İhvanın Ürdün’deki genel Naibi ‘Abdurrahîm Akkûr, Ürdün’deki bir gazeteye verdiği röportajda (28.1.1995) kendisi, Yahudileri tekfir etme konusunda kesin bir şey söyleyemediğini demiştir.

Dile getirdiğimiz bu bilgilerin gerçekliğini öğrenmek isteyenlere: “İngiltere Casusu Hemfr’in İtirafları” adlı kitabını okusunlar.

Adı geçen yazarın “Buğyetu’t Talib” adlı eserin ilk baskısının ilgili 286. sayfasında iddia ettiği gibi bilgiler yoktur. Aksine o sayfada yetimlerin mallarının yenmesinin haram oluşu anlatılmaktadır. Kitabın ikinci baskısında ise hacıların Mina’da cemre akabesinin keyfiyetinden söz etmektedir.

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir